Türkiyede siyaset kurumu materyalizmin etkisinde en fazla kalan kurumlardan biri haline gelmiş, getirilmiş ve bu yüzden partiler umuma güven vermiyor. İnsanları partiler üzerinden kutuplaştırıyor.
İki kişiden biri, diğerinin bir partili olduğunu öğrendiği zaman yüz hatları ve bakışları bir anda değişiveriyor. Karşıdaki kişinin kendi partisi dışında bir partili olması durumunda tabi. Derhal söz ve hareketleriyle araya bir mesafe koyuyor.
Çünkü Türkiyede sistem, kurulan her partiyi kendisi ile entegre etmeye ve resmi ideolojinin ilkelerine bağlı olarak siyaset yapmaya zorluyor. Laiklik ve demokrasiyi siyasetin esası ve olmazsa olmazlarından görüyor. Bu sebeple de ortaya çıkan her parti “laik ve demokratik bir Türkiye için…” klişeleşmiş sloganıyla çalışacağını ilan ediyor ve bununla gurur duyduğunu söyleyerek işe başlıyor.
Laiklik ve demokraside Allah korkusuna yer yoktur. Helal haram sınırları, hukuku çiğnemekten doğan sorumluluk duygusu yoktur. “Kul hakkına nasıl girerim, yarın insanların yüzüne nasıl bakarım, Allah’ın huzurunda nasıl hesap veririm” bilincine kapalıdır bu alanlar.
Böyle olunca siyaset kurumu ve partiler ideolojik çalışmaların yapıldığı kurumlar haline gelebiliyor.
Kimi parti din haline getirdiği Türk milliyetçiliği ve Kemalizm’i siyasetinin esası haline getirir, siyaseti Kemalizm’in yaşatılması ve propagandası için bir araç olarak kullanır. Propaganda ile de kalmaz, Kürtler gibi farklı etnik sahiplerini yok sayar ve onların hukukuna girer. Kürtler tepki gösterince de onlara sözlü ve fiili saldırıda bulunurlar. Neticede gücü elinde bulunduranlar da kendileridir.
Kimisi de bunu fırsata çevirerek Kürtlerin hamisi sıfatıyla, laiklik ve demokrasi adına onları kendi etrafında toplamaya çalışır. Türklere tepki adına Müslümanlara ve Kürtlerin de dini olan İslama düşmanlığı siyasetinin bir parçası haline getirirler. Marksist Leninist yapılarla paslaşarak Türklerin Kürtlere yapamadığını yapmaya çalışır ve kısmen de başarırlar. “Halklar için demokrasi” sloganıyla eşcinselliği ve cinsiyet eşitliğini savunur, kadın haklarına sahip çıkma adında da namus ve hayâya savaş açarlar.
Yani Türkiye’de sürdürülen siyaset bütünleştirici değil, ayrıştırıcı ve kutuplaştırıcıdır.
Sözü edilenlerin yaptığı vurgun, hortumlama, vatandaştan aldığı ağır rüşvet ve yaptıkları her türlü yolsuzluğu anlatmak ise malumun ilamı olacağından geçiyorum.
Sonuçta ne mevcut siyaset anlayışı ne demokrasi ne de laiklik gayri insani ve gayri İslami olan bunların hiç birisine engel değil. Yani isteyen, istediği zorbalığı da din düşmanlığını da hayâsızlığı da yolsuzluğu da mevcut siyaset anlayışı ve parti kurumu ile yapabiliyor.
Bu da ülkesine ve insanına hizmet yapmak isteyenlere siyaset yapmayı zorlaştırıyor. Partiler sanki hizmet kurumları değil, çıkar sağlama peşinde olanlarla ideoloji sahiplerinin yönetim merkezleridir.
Oysa siyasi partilerin görevi toplumu adalet üzerine birleştirmeye çalışmaktır. Kişisel ve partisel çıkarları oluşturmak, geliştirmek ve korumak için çalışmak değil.
Kendisine yetki verildiği takdirde bir parti adaletle hükmetmeli, toplumun refah ve huzuru için çalışmalıdır. Kendisine oy veren bir takım kimselere meşru gayri meşru tüm imkânları sağlayıp diğerlerini mahrum bırakmak değil.
Partilerde yarışma ve rekabet, her alanda adaleti sağlamada olmalıdır. Sadece kendi yandaşlarını daha fazla kayırmada yarışma olamaz, olmamalıdır.
Partiler evrensel kanunlara bağlı kalarak umuma hizmet için var olan siyasi kurumlardır. Can, namus, akıl, nesil ve din emniyetini sağlamak ve adaleti tesis etmek için program yapıp siyaset geliştirmelidirler. Yani belli bir ideolojiye hizmet etmemelidirler.
O halde Türkiye’de siyaset kurumunda, topluma hizmeti her türlü çıkarın üstünde tutan bir anlayışa ihtiyaç vardır. İnsanımıza “siyaset işte budur, parti dedin mi böyle olmalıdır” dedirten siyasi hareketlere ihtiyaç vardır.
Bunun için de partiler, esasları Peygamberlerin kadim davası üzerine kurulmuş olan davanın taşıyıcıları ve savunucuları olmalıdırlar.
İnsanımız partilerle kutuplaşmamalı, Hür Davada birleşmelidir.